Filistinli senarist ve yönetmen Nawras Abu Saleh, 1983 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da doğmuş. 20 yaşına kadar Batı Şeria’da yaşamış olan Abu Saleh, üniversite öğrenimi için Ürdün’e Bilgisayar Mühendisliği okumak için gitmiş daha sonra Ürdün’de sinema bölümünde yüksek lisans yapmış. Kariyerine resmi ve anlaşmalı video klipler çekerek başlamış olan Abu Saleh, Al-Jazeera gibi pek çok uluslararası kanalda çalışmış. Abu Saleh, ülkesindeki hak ihlallerini ve özgürlük mücadelesini anlattığı “Hodne/Ateşkes”, “Oversized Coat/Büyük Gelen Palto”, “Alqeeq” gibi kısa filmlere imza atmış. Abu Saleh’in İsrail tarafından tutuklanan gazeteci Muhammed el-Kıyk’ın yaklaşık 100 günlük açlık grevini ele aldığı “Alqeeq” isimli kısa filmi 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilmiş. “Night Of The Fall/Çöküş Gecesi” ve Al-Jazeera’nın Black Box serisinin bölümü olan Golan’ın Çöküşü’nü de içeren birçok belgeselin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlenmiş olan Abu Saleh, sadece film yapımlarıyla sınırla kalmayıp, seminerler verip dünya çapında workshoplar düzenlemiş. Aynı zamanda Al-Jazeera’nın New York Film Akademisi ortaklığıyla oluşan eğitim merkezinde film yapımı hakkında workshoplar düzenlemiş olan Abu Saleh, 2009-2010 yıllarında da SAE Amman Enstitüsü’nde film yapımı sorumlusu ve eğitmenliği yapmış. Yaklaşık beş yıldır İstanbul’da yaşayan Abu Saleh, TRT World’te film yönetmeni olarak çalışıyor. Biz de geçtiğimiz hafta Balat Medya Akademisi tarafından Akademi Beyoğlu Gençlik Merkezi’nde gerçekleştirilen “Filistin Sinema Günleri Etkinliği”nin konuğu olan Filistinli yönetmen Nawras Abu Saleh ile etkinlik öncesi bir araya geldik.
İşgal altındaki Batı Şeria’da doğan Nawras Abu Saleh’in çocukluğu Filistin halkının İsrail işgaline karşı 9 Aralık 1987’de başlattığı Birinci İntifada zamanlarında geçmiş. Filistinlilerin bir araya gelerek gösterdikleri direniş kitlesel bir halk ayaklanmasına dönüşmüştü o yıllarda. Filistin davasının en önemli aşamalarından biri olarak kabul edilen ve altı yıl süren bu intifada büyüyen Abu Saleh, “O dönemlere taş çocukları devri denilirdi. Küçük yaşlardaki çocukların İsrail askerlerine taş attığı dönemdi. Benim de çocukluğum taş devrinde geçti. Mesela çocukluğumda İsrail işgal kuvvetleri taş atan topluluk içinde var mıyız yok muyuz diye çoğu kez evimize saldırıda bulunmuştu” şeklinde anlatıyor.
Kanserden vefat eden babasının Ramallah’ta doktor olduğunu söyleyen Abu Saleh, “Babamın köyde bir sağlık kliniği vardı. Savaştaki yaralıların sık sık bu kliniğe geldiğini hatırlıyorum. Kliniğe kurşunla yaralanmış gelenleri, hatta şehit olanları babamın ameliyat ettiğine bizzat şahit oldum. Hatta bu klinikte pek çok kez yerdeki kanları ben temizledim. Bu yaşadıklarımız ne yazık ki seksenlerde hayatımızın bir parçasıydı” diyor. Abu Saleh, daha sonra İsrail ile Filistin üst düzey temsilcilerinin ilk kez yüz yüze görüştüğü ve bir barış çabası olarak tarihe geçen Oslo Anlaşması yapıldığını söylüyor. Abu Saleh Filistin ve işgal kuvvetleri arasındaki bu anlaşmaya İsrail’in uyum sağlamadığını ve sonrasında 2000 yılında başlayan ve 2005 yılına kadar devam eden İkinci İntifada’nın meydana geldiğini anlatıyor. O dönemler üniversite birinci sınıf öğrencisi olduğunu söyleyen Abu Saleh, o zamanlarda Filistin davasının unutulmaz lideri, Nobel Barış Ödülü sahibi Yasir Arafat’ı tutukladıklarını dile getiriyor. Abu Saleh, “Hatta işgal kuvvetleri üniversitenin önüne tanklar koyup okula giriş yapmamızı engellediler. Bu direnişte birçok kişi şehit oldu. Yaşananlardan dolayı babam da üniversite öğrenimimi devam ettirmem için Filistin’den gitmem gerektiğini söyledi. Babamı dinleyip üniversite öğrenimim için Ürdün’e gittim. Orada da Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nü tamamladım. Ardından sinema bölümünde yüksek lisans yaptım” şeklinde yaşadığı süreci anlatıyor.
Çocukken işgalci İsrail kuvvetlerinden korktuğunu ama büyüdükçe Filistin halkı olarak hep cesur bir şekilde bir direniş göstermek gerektiği şeklinde bir algı olduğunu söyleyen Abu Saleh, ailesinin şu anda Filistin’de olduğu için endişe duyduğunu ifade ediyor. Abu Saleh sohbetimiz esnasında kız kardeşinin Instagram’dan kendisine gönderdiği sabah beşteki çatışma seslerini dinlettiriyor. Abu Saleh, 75 yaşındaki annesine “İşgal kuvvetleri evimize saldırırlarsa yine de burada kalacak mısın?’ şeklinde soru yönelttiğini, annesinin de “Evimizi yıksalar da terk etmem, evimin için de ölmek istiyorum’ şeklinde cevap verdiğini söylüyor. Abu Saleh, ailesinin hiçbir şekilde topraklarını terk etmeyeceklerini sözlerine ekliyor. Daha önce pek çok yakının şehit olduğunu söyleyen Abu Saleh, polis kuzeninin İsrail kuvvetlerinin kurşun isabetiyle şehit olduğunu anlatıyor.
Film yönetmeni olan Abu Saleh, sinemanın dünyaya hitap edilecek bir dil olduğunu belirtiyor. “Sinema Filistin davasını hikâyeleştirmem için önemli bir rol. Fotoğraf büyük bir etki alanı olduğu için bununla ifade etmek daha etkili. Sinema da fotoğrafla belgelendiği için bu alanda çalışmayı seviyorum” diyor. 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde “Alqeeq” isimli kısa filmi gösterilen Abu Saleh, “Aslında bu film gösterimlerinin Filistin için çok önemli olduğunu idrak ettim” ifadelerini kullanıyor. Abu Saleh, “Hodne/Ateşkes” filminin içerisinde işgal kuvvetlerinin ateşkese uymayıp kendi savaşlarını devam ettiklerini açıklayan bir film olduğunu söylüyor. Abu Saleh, “Şu anda aynı günleri yaşıyoruz. Bir ateşkes oluşmuş durumda ama herhangi bir anda ihlal durumu yaşanabilir diye endişe var. Bu demektir ki Filistin davası aynı şekilde devam ediyor. Sinema da Filistin davamıza ışık tutuyor” ifadelerini kullanıyor.
“Uluslararası festivallere gittiğim zaman yaptığım işin önemini görmüş oluyorum” diyen Abu Saleh, “Festivallerde hem Müslüman kimliğimle hem de Filistinli kimliğimle büyük bir sorumluluk duygusu hissediyorum” diyor. Abu Saleh, “Biz kendi hikâyelerimizi anlatmazsak başkaları bizim hikâyemizi yanlış anlatmış olacak. Her zaman söylediğim bir şey var: Kendi filmlerimizi ancak biz çekeriz. Çünkü başkaları farklı bir şekilde aktarmış olacak ve yalanlayıcı bir şekilde ortaya koymuş olacak. Bu sadece Filistin hakkında değil bütün İslam ülkeleri ile ilgili bir durumda da olabilir. Batı İslam ülkeleri ile ilgili hikâyeleri farklı bir şekilde verebilir” şeklinde konuşuyor.
Beş yıldır İstanbul’da yaşayan Abu Saleh, “Mülteci olarak, topraklarımı bırakarak gelmedim. İş için İstanbul’a geldim” diyor ve ekliyor: “İstanbul’da yaşamak benim için yeni bir çevre, yeni bir ortam demek. Burada çoğunluğun Müslüman olması çok güzel. Türklerle yakın bir adetimiz var. Avrupai bir Müslüman şeklinde yaşıyoruz burada. Daha modern. Türk insanı çok sıcak, konuşmayı sohbet etmeyi çok seviyor. Türklerin Filistin’e özel bir hassasiyetleri, bağı var. Filistinliler olarak fark ediyoruz. Mesela ‘Nerelisin?’ dediklerinde ‘Filistinliyim’ deyince hemen kardeşleriymişim, ailelerindeden biriymişim gibi yaklaşıyorlar.”
Sanatçı Ahmet Özhan, Gazze’de Filistinlilere yönelik gerçekleştirilen saldırıların artık Müslüman-Yahudi meselesi olmadığını, insanlık meselesi olduğuna dikkat çekiyor. “Koşulsuz, bu zulmün karşısında olmak herkesin görevidir” ifadesini kullanan Özhan, şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Bu hadiseye İsrail’in kendi vatandaşları da karşı geliyor. Yahudi milletinin kendilerine göre vaat edilmiş topraklara gitme gibi bir ideali var. Her topluluk bir idealle yaşar. Bizim Kızılelma’mız, ABD’nin Amerikan Rüyası vardır. Bir ideal olmadan toplum zaten ilerleyemez, ayakta kalamaz. Bu doğrudur veya yanlıştır. Bütün bunlardan ziyade şu anda hiçbir şeye sığmayacak bir zulüm var. ‘İnsanım’ diyen herkesin ‘Bir dakika ne oluyor? Saçmalamayın. diye ortaya çıkması lazım.”
Özhan, bu zulmün karşısında örgütlü olarak durmanın daha iyi olacağını söylüyor ve ekliyor: “Bireysel olarak toplumları harekete geçirecek kişiler vardır. Mesela 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’nda rahmetli Ümmü Gülsüm’ün savaşın bitmesine çok katkısı olduğu söylenir. Bir kişiydi ama toplumları etkileyen bir kişiydi. Bizde toplumu etkileyecek o seviyede bir sanatçı olmasa da sanatçıların bir arada toplanıp, bir yürüyüş yapmaları, büyük bir konser yapmaları ve burada söylenecekleri söylemeleri lazım.”
Filistinli film yönetmeni Mohammed Almughanni, sanat dünyasındaki konumuna zarar gelmesinden korkan birçok kişinin, Filistin konusunda susturulduğunu söylüyor. Almughanni, Filistin için yüksek sesle konuşan tanınmış aktörler, yönetmenler ve sanatçılar olduğunu, onlara şükran duyduğunu dile getiriyor. Kariyerlerini, konumlarını ve nerede oynadıklarını önemseyen başka kişilerin de var olduğunu aktaran Almughanni, “Birçok sesin susturulduğunu biliyorum. Çoğunlukla yaşadıkları çelişki ise Batı dünyasından bahsediyorum, ifade özgürlüğü ve demokrasinin olduğu bir ülkede yaşadıklarını ve istediklerini söyleyebileceklerini iddia etmeleri. Ancak Filistin konusunda konuşmanın kendilerini etkileyebileceğini biliyorlar. Bu konu, pek çok insanın hakkında konuşmak istemediği bir tabu” ifadelerini kullanıyor.
Almughanni, Gazze’de büyüyüp 17 yaşında Batı Şeria’ya daha sonra da Polonya’ya gittiğini aktarıyor.Almughanni, akrabalarının yaşadığı bölgeye girmenin savaş öncesinde de son derece zor olduğunu dile getiriyor ve ekliyor: “Yanımızda duran büyük bir güç yoktu. Buna ihtiyacımız var çünkü biz küçük bir ulusuz. Bence ABD ve Batı ile birlikte dünyanın en güçlü ordularından biriyle savaşırken küçük bir ulus olarak bağımsızlığımızı kazanmamız çok zor. Tek başımıza kalmış gibiyiz. Gazze bir şehir ve tüm dünya bir şehirle savaşıyor.”